Haydar-ı Kerrâr Hz Ali Hayatı
Haydar-ı Kerrâr ALLAH’ın Arslanı Hz. ALİ (r.a.)
İslâm tarihinin en yüce kamet ve kıymetlerinden birisi hiç şüphesiz Hz. Ali'dir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in hane-i saadetinde yetişmesi, Hz. Fatıma ile evlilikte bulunması ona has özellikler ara-sındadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra Hz. Ali'nin, gerek üç halife dönemindeki tavır ve davranışları, gerekse kendi hilafeti döneminde cereyan eden olayların bütünü, İslâm tarihinin şekillenmesinde çok önemli rol oynamıştır. O her zaman hak ve hakikatin yanında yerini alan, şecaati, ilmi, fazileti, Allah Rasulü'ne herkesten çok yakınlığı ve Allah ile irtibatı, firâset gibi hasletleriyle, bugün hemen her Müslümana numune-i imtisal olmuş ve kıyamete kadar da olmaya devam edecektir. Ne var ki gerek Haricîlerle, gerek Hz. Muaviye ile olan savaşları ve bunların tabiî uzantısı şeklinde cereyan eden fikrî ve zihnî oluşumlar Hz. Ali'nin olduğundan farklı bir şekilde tarihe mâl olmasını da netice vermiştir. Bugün bazı yorumlar itibariyle ayrı bir din, bazıları itibariyle de İslâm dini içinde bir mezhep gibi algılanan Şia'nın -Şia kendini böyle tanıtır-merkezinde Hz. Ali bulunmaktadır. Hakeza Alevîlik vakıasının nokta-i mihrakiyesi de Hz. Ali olarak bilinir.
Biz bu makalemizde, diğer üç halifeyi anlattığımız çerçeve içinde Hz. Ali'yi anlatmaya gayret edecek, özellikle Alevîliğin Hz. Ali ile ilgisi hususunda az bilindiğini zannettiğimiz can alıcı bazı noktalara değinmeye çalışacağız.
ŞAHSI İLE ALÂKALI TEMEL BİLGİLER
Doğumu-Nesebi
Hz. Ali, hicretten 20 yıl önce dünyaya gelmiştir. Allah Rasulü'nün amcası Ebu Talib’in en küçük oğludur. Annesi Fatıma binti Esed b. Hişam'dır. Kureyş kabilesinin Haşimî koluna men-suptur.
Şemaili
Hz. Ali ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup, sakalı sık ve genişti.
Ailesi
Hz. Ali, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talibin oğludur. Ebu Talibin dört oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, Tâlib, Akîl, Cafer ve Ali, kızları ise Ümmühâni ve Cûmane'dir. Bu 6 çocuğun hepsinin annesi Fatıma binti Esed'dir. Bunlardan Tâlib'in Bedir Savaşı sonrası şirk içinde öldüğü kaynaklarda bildirilmektedir.
Hz. Ali'nin annesi, kocasının ölümünden sonra Müslüman olmuş ve Medine'ye hicret etmiştir. Vefat ettiğinde Allah Rasulü (s.a.s.) mübarek elbisesini göndermiş ve onu kefen olarak kul-lanmalarını emretmiştir.
Hz. Ali'nin Çocukları
Hz. Ali (r.a.), 14 erkek 9 kız çocuğuna sahiptir. Bunlardan Hasan, Hüseyin, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm Hz. Peygamber (s.a.s)ın kızı Hz. Fatıma'dan olmadır. Bilindiği üzere Hz. Ali, Hz. Fatıma hayatta iken ikinci bir kadınla evlilik yapmamıştır. Onun diğer evlilikleri Hz. Fatıma'nın vefatından sonradır.
Lâkabı
Hz. Ali, Mürteza, Esedullahi'l-Gâlib ve bazılarına göre Ebu Türab gibi lâkaplarla anılır. Mürteza, Allah'ın razı olduğu kişi manasına kullanılan bir lâkaptır. Esedullahi'l-Gâlib ise, Hz. Ali'nin bir şecaat ve cesaret kahramanı olarak gerek Bedir'de, gerekse Hendek'te mübareze (düello)'ye çıkması ve katılmış olduğu bütün savaşlarda göstermiş olduğu performanstan dolayı söylenmiş olabilir. Ebu Türab'a gelince, toprak babası mânâsına gelen bu lâkabı ona Allah Rasulü vermişti. Allah Rasulü'nün söylediği bir lâkap olması sebebiyle Hz. Ali, böyle anılmayı çok severdi.
Yalnız bazıları bu "Ebu Türab" sözünü lâkap, bazıları da künye kategorisi içinde değerlendirirler.
Özellikle Türkler arasında Hz. Ali Haydar-ı Kerrar, Damâd-ı Nebi, Şah-ı Merdan, Allah'ın Arslanı gibi lâkaplarla anılır.
Müslüman Oluşu
Hz. Ali'nin Müslüman oluşuna geçmeden önce, mutlaka üzerinde durulması gerekli olan tarihî bir kesiti anlatmak icab eder. Zira bu kesitin izlerini Hz. Ali'nin gerek Müslüman oluşunda, gerekse daha sonraki hayatında görmek mümkündür. Şöyle ki, Kureyş'in iktisadî açıdan sıkıntıya düştüğü günlerde, Hz. Peygamber maddî durumu yerinde olan diğer amcası Hz. Abbas'a giderek, Ebu Talibin çocuğunun fazla olduğunu, bu iktisadî kriz içinde Ebu Talibin bunların bakım ve görümüne güç yetiremeyeceğinden bahisle "bir çocuğunu sen, birini de ben himayemize alalım" teklifini yapar. Bu teklifi kabullenen Hz. Abbas ve Hz. Peygamber (s.a.s.), Ebu Talib'e giderek tekliflerini dile getirirler. Ebu Talib "Akîl'i bana bırakın, diğerlerini alabilirsiniz" der. Bu söz üzerine Hz. Cafer'i Hz. Abbas, Hz. Ali'yi de Allah Rasûlü (s.a.s.) hi-mayesine alır.
Hz. Ali'nin, Efendiler Sultanı'nın himayesine girdiği yaş olarak tarihçiler "5 yaşındaydı" derler. Şayet bu tesbit doğru ise, Hz. Ali, İslâm'dan önce 4 veya 5 sene nübüvvet güneşinin tulû ede-ceği evde himaye görmüş demektir. Bir çocuğun terbiyesi için en önemli zaman dilimi sayılan bu dönemde Hz. Ali'nin, nübüvvet hanesinde bulunması elbette onun için bir şanstır. Daha doğrusu kader-i İlahînin bir cilvesidir. Nitekim Hz. Ali'nin insanın ileride yüzünü karartacak cahiliye dönemi pisliklerine bulaşmaması, en azından putlara tapmaması bununla izah edilebilecek şeylerden olsa gerek. Belki de ileride, Allah Rasûlü'nün pâk neseplerinin sürdürücüsü olacağı için, Allah onu emin ellerde muhafaza ettirmişti.
Hz. Ali 9 veya 10 yaşında Müslüman olmuştu. Hz. Hatice'den sonra ilk Müslüman olan kişi Hz. Ali'dir. Bazı tarihçiler Hz. Hatice'den sonra Hz. Ebu Bekir, sonra Hz. Ali'dir derler. Bazıları da rivayetlerdeki bu farklılığı kadınlarda Hz. Hatice, erkeklerde Hz. Ebu Bekir, çocuklarda Hz. Ali, kölelerde Zeyd b. Harise diyerek tevfik yolunu seçerler. Rivayetlere göre Hz. Ali'nin Müslümanlığı şöyle gerçekleşiyor: Bir gün Hz. Ali, Allah Rasulü ile Hz. Hatice'yi namaz kılarken görür ve "Bu nedir?" diye sorar. Nebiler Serveri "Bu Allah'ın kendisi için seçtiği ve onun için Peygamberler gönderdiği dinidir" der ve "Seni ortağı olmayan bir tek Allah'a iman etmeye, Lât ve Uzza putlarını reddetmeye çağırıyorum" diyerek onu İslâm'a davet eder. Hz. Ali "Bu benim, daha önceden hiç duymadığım bir şey. Babama sormadan hiçbir şeye karar veremem" cevabını verir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) o günlerde dini açıktan anlatmaya başlamadığı için, bunun duyulmasını istemez ve Hz. Ali'ye "Ey Ali! Müslüman olmasan bile, bunu gizli tut. Kimseye söyleme" der. O gece Hz. Ali derin düşünceler içine dalar, Allah'ın İslâm'ı kalbine koymasına mukabil de ertesi sabah "Dün beni neye davet etmiştiniz?" diyerek Efendimizin huzuruna tekrar gelir. Allah Rasulü (s.a.s.): "Allah'tan başka ilah olmadığına, Onun tek ma'bud olduğuna şehadet getir. Lât ve Uzza putlarını reddet. Allah'a herhangi birini ortak koşmaktan sakın" buyurur. Hz. Ali de kelime-i şehadeti getirerek Müslüman olur.
Hz. Ali'nin bir gecelik düşünmenin ardından, ertesi gün "Ya Rasulallah! Düşündüm de Allah beni yaratırken babama sordu mu ki, ben Müslüman olurken babama soracağım" şeklinde halkımız arasında yaygın olan rivayetin İslâmi kaynaklar açısından sağlam bir dayanağı yoktur. İhtimal bu Hz. Ali'nin kametini yükseltmek için (!) -sanki sahih rivayetler yetmiyormuş gibi-uydurulan bir şeydir. Hz. Ali gibi yüce bir kametin, böylesi vâhi ve mesnedsiz şeylere ihtiyacı olmadığı düşüncesindeyim.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hz. Ali'nin Hz. Hatice'den sonra ilk Müslüman oluşu üzerinde farklı rivayetler olsa da, Allah Rasulü ve Hz. Hatice'den sonra, İslâm'da ilk namaz kılan kişinin Hz. Ali olduğu hususunda farklı rivayet yoktur.
Hz. Ali'nin her biri başlı başına destan hüviyetinde ele alınabilecek bazı özelliklerine geçmeden önce, Müslüman olmasından sonra babası ile yaptığı görüşmeyi ehemmiyetine binaen ele almak istiyoruz. Ehemmiyet Hz. Ali açısından değil, Allah Rasulü'ne bakış açısını göstermesi noktasından Ebu Talib ile ilgilidir. Zira Ebu Talib, Müslüman olmamasına rağmen, yeğeni olan Nebiler Serveri'ne sahip çıkmış, azgın Kureyş kâfirleri karşısında O'nun koruyucusu olmuştu. Rivayete göre Ebu Talib bir gün oğlu Hz. Ali'ye şöyle sorar: "Oğlum! Senin üzerinde yürü-düğün ne dinidir?" Hz. Ali: "Babacığım! Ben Allah'a ve Peygamberine iman ettim. Allah'ın elçisi ile birlikte Allah'a ibadet ettim. Ve O'na tâbi oldum" cevabını verir. Bunun üzerine Ebu Talib: "O, seni şüphesiz iyi bir şeye çağırıyor. O bakımdan bundan ayrılma" der.
Şimdi oğluna nasihati ve bir anlamda emri yani yol göstermesi bu olan Ebu Talibin kendisinin iman etmemesi, Allah Rasulü'nü ve O'nun getirdiği esasları kabullenmemesinden dolayı değildi. Onun Müslüman olmamasına etken olan unsurları daha başka sahalarda aramak lazım ki, şahsen ben bu unsurların tarih boyunca var olan imansızlık cereyanının sebepleri adına çok önemli ipuçları olduğuna inanıyorum, Ebu Talib örneğinden hareketle elde edeceğimiz bu ipuçlarının, günümüz toplumuna da yansıtılabileceği, böylece iman-imansızlık bağlamında birçok sorulara cevap verilebileceği kanaatindeyim.
Hicret öncesi Mekke döneminde Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Ali'nin birlikte gerçekleştirdikleri bir vak'a var ki, bu vak'a da siyer felsefesi açısından mutlaka değerlendirilmelidir. Vahye müstenid icraatta bulunan Nebiler Serveri'nin tevhid ufku ve Mekke'de hareket stratejisi adına çok önemli bir olaydır bu. Hz. Ali kendisi anlatıyor: "Bir gün Allah Rasulü (s.a.s.) ile Kabe'ye gittik. Nebiler Sultanı omuzuma çıkmak istedi ve çıktı. Fakat ben O'nu kaldıramadım. Sonra ben O'nun omuzuna çıktım. Kâbe’nin üzerinde bir put vardı. Onu sağdan sola ittim ve put devrildi, paramparça oldu. Daha sonra beni omuzundan indirdi ve birlikte eve döndük."
Bu olayda Hz. Ali açısından dikkati çeken ilk husus, onun Allah Rasulü'ne nihayetsiz teslimiyetidir. Azgın Mekke müşriklerine rağmen, nihaî olarak mutlaka onların duyacağı ve tepki göstereceği böyle bir faaliyette sorgusuz-sualsiz rol almak Hz. Ali'nin temel düşüncesi ve inancı adına hepimize fikir vermektedir. Aynı olayda Allah Rasulü'nün, o dönemde böyle bir şeyi neden yapmış olabileceğinin tahlili ise, yukarıda ifade ettiğimiz gibi siyer felsefecilerine düşen bir görevdir.
Bu faslı kapatırken Hz. Ali'nin Müslüman olmak üzere Mekke'ye gelen Ebu Zerr'e kılavuzluk yapması da aslında mutlaka değerlendirilmesi gereken başka bir vak'a'dir. (Bu sayıdaki Ebû Zerr yazımıza bakınız.) Zira bu vak'a hem o günün mü'minlerinin durumunu, hem müşriklerin bakış açısını, hem de Hz. Ali'nin deha seviyesindeki aklını, tedbirini ve cesaretini göstermektedir. Şöyle ki; Ebu Zerr Allah Rasulü ile vicahî görüşmek düşüncesi ile Mekke'ye gelir. Hz. Peygamberi Kâbe’de bulabileceği ümidiyle, hiç kimseye derdini açmadan üç gün boyunca Kâbe’de bekler. Fakat bu müddet zarfında Allah Rasulü Kâbe’ye gelmez. Giyim-kuşam ve tavırlarından onun yabancı olduğunu anlayan Hz. Ali tam üç gün bu yabancıyı uzaktan uzağa takip eder. Nihayet üçüncü gün gece ona niçin Mekke'ye geldiğini sorar. Hiç kimseye söylememe kaydıyla, Hz. Ali'ye derdini açan Ebu Zerr, Hz. Ali'den "Şüphesiz O, gerçektir. Kesinlikle Allah'ın peygamberidir. Sabah uyanınca benimle birlikte gel. Yalnız beni aralıklı olarak takip et. Yolda bir tehlike görürsem, bevl yapıyormuş (ufak su dökme) gibi duracağım. Şayet durmazsam, nereye gidersem sen de gel" cevabını alır. Bu minval üzere Hz. Ali ve Ebu Zerr Allah Rasulü'nün huzuruna kadar giderler. Ve Ebu Zerr orada kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur.
Bu ve buna benzer olayları, bizler 14 asırlık İslâm Tarihi içinde özde aynı, şekilde birbirinden farklı olmak şartıyla, yüzlercesini, binlercesini görüyoruz. Demek ki iman-küfür mücadelesinde süreklilik, bazen mücadele şekillerinde aynîleşebiliyor. Bu çerçevede Müslümanlar olarak bize düşen ise, başta Allah Resûlü’nün dönemi olmak üzere 14 asırlık İslâm Tarihine bu perspektiften bakarak kendi hareket stratejimize ait esaslar tespit etmektir. Böylece bir taraftan yanılmaz ve yanıltmaz düsturlarla fikrî ve amelî planda bize rehber olan Yüce Şahsiyetin arkasında yürümüş, diğer taraftan daha sonraki dönemlerde düşülen hatalara –tabi varsa- düşmeyerek, o zaman dilimini yaşamış gibi tecrübeye sahip olabiliriz. Yalnız bunları herkesin yapması mümkün değildir. Her meselede olduğu gibi, bu da çok geniş malumat, engin bir ufuk, sentez kabiliyeti, yaşanılan çağı yorumlayabilme istidadı ve geleceği kaba hatları ile dahi olsa görebilme gibi, sıradan insanları aşan özelliklere ihtiyaç duyar.
ÇEŞİTLİ YÖNLERİ İLE HZ. ALİ
Çeşitli yönleri ile Hz. Ali derken, bir makale sınırları içinde değinebileceğimiz ölçüde ve genişlikte, onu tarihe "öylece mâl eden" özelliklerini ele alacağız. Bir başka tabirle Hz. Ali denince, hemen herkesin kafasına çağrışım yapan hususiyetlerini anlatmaya gayret edeceğiz ki bize göre bunlar bir anlamda Ali b. Ebu Talib'i, Hz. Ali, damad-ı Nebi, Allah'ın Arslanı yapan unsurlardır.
HİCRETİ
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hz. Ebu Bekir'in hicreti denince Hz. Ali'yi bunlardan ayrı düşünmek kat’iyen doğru olmaz. Zira Hz. Ali, Efendimizin hicretinde tamamlayıcı bir rol oynamıştır. Şöyle ki; İslâm'ın ilk zuhurundan bu yana yaklaşık 13 yıl geçmiştir. Bu 13 yıl içinde onun nurunu söndürmek için girişilen bütün çabalar boşa çıkmıştır. Yapılan onca eziyet ve işkence, Müslümanları Habeşistan'a göçe zorlama, üç yıl süren boykot, Taif'te Allah Ra-sulü'ne reva görülen muameleler müşriklerin kendi istedikleri istikametle netice almalarına yetmemişti. Aksine cereyan eden yeni olaylar, meydana gelen gelişmeler hep İslâm'ın lehine bir durum arz ediyordu. Ezcümle Hz. Ömer'in Müslüman oluşu, Miraç hadisesi, 1. ve 2. Akabe Biatlarında Evs ve Hazreç kabilesinden birçok saygın insanın İslâm'a girişi müşrikleri çıldırtmaya yetiyordu. Hatta tarihte "Hüzün Senesi" diye adlandırılan Hz. Hatice ve Ebu Talib'in ölümü, yani Allah Rasulü'nün sebepler açısından kendisine yâr ve yardımcı olan iki kişiyi kaybetmesi bile, İslâm'ın kitlelere tesir etmesinde menfi bir rol oynamamıştı. İşte tam bu aşamada müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürmekle bu gelişime ve oluşuma son vereceklerini düşünerek, Daru'n-Nedve'de bir araya geldiler. Aldıkları karar şuydu: Her kabileden güçlü ve cesaretli adamlar bir araya gelecek ve hep birlikte Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldüreceklerdi. Onlar bu karar ile Abdümenafoğullarının bütün kabilelere kan davası güderek savaş açma cesaretini gösteremeyeceklerini düşünüyor ve sorumluluğu dağıtıyorlardı.
Bu karardan haberdar olan Allah Rasulü (s.a.s.), Hz. Ali'ye bir gece kendi yatağına yatmasını emretti. -Zira o gece müşrikler aldıkları kararı tatbik edeceklerdi.- Bu emir esnasında "Sana hiçbir zarar gelmeyecek" açıklamasında da bulundu. Hz. Ali bu emri tereddütsüz kabullendiğinde 23 yaşındaydı. Yani bir insanın dünya ve dünyevî lezzetlerle en çok senli-benli olduğu dönem, İnsanın istikbale ait çeşitli beklentilerinin, o beklentiler ve idealler doğrultusunda hayatını yönlendirdiği bir devre. Hz. Ali’yi bunlardan müstağni düşünmek doğru değildir. Bu, ona beşer üstü bir kimlik verme demektir. Ama Hz. Ali bu ideallerini hep İslâm’a endeksli olarak planlamıştı. Onu düşünce ve inancına göre Hz. Peygambersiz hayat bir hiçti. Yine ona göre İslâm’ın mahkûm konumunda bulunması hayatı anlamsız kılan bir faktördü. Öyleyse bu gidişatı tersine çevirmek gerekti. Bunu için çalışmak gerekiyordu. İşte Allah Resûlü’nün bu idealleri hayat geçirme noktasında Allah’ın emriyle hicret etmesi gerekiyordu. Hz. Ali’ye de bu hicret hadisesinde gerekirse Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yatağında, O’nun yolunda ve O’nun için boğazlanmak düşüyordu. Evet, Hz. Ali bu rolü seve seve kabullendi. Kabullenmek bir yana, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan iman ve itminanının göstergesi olarak kabul edilecek şekilde, müşriklerin çepeçevre kuşattığı o evde derin bir uykuya daldı.
Bu arada Nebiler Serveri müşrik kuvvetleri ile çevrili evden Yasin Sûresi'ni okuyarak ve bir avuç toprağı onların üzerine serperek çıkıp-gitti. Sabah olduğunda Hz. Ali'den gerçeği öğrenen müşrikler, Efendimiz'i takibe koyuldu.
Allah Rasulü'nün Hz. Ali'yi Mekke'de bırakmasının bir diğer sebebi de, kendisine bırakılan emanetlerin sahiplerine iade edilmesiydi. Zira Nebiler Sultanı, mü'min, müşrik Mekke'deki herkes için en "emin" insandı. O'nun bu emniyeti su-i istimal etmesi ise düşünülemez. Zira peygamberlerin en temel özelliklerinden biri emanettir. Hz. Ali bu olaydan sonra 3 gün boyunca Mekke'de kalarak emanetleri sahiplerine geri verdi. Sonra daha sonraları hanımı olacak olan Allah Rasulü'nün en küçük kızı Fatıma, kendi annesi Fatıma ve beraberindeki birkaç kişi ile birlikte Medine'ye yola koyuldu. Günler süren, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek gerçekleşen hicret, nihayet Medine'ye çok yakın mesafede bulunan Küba'da, Allah Rasulü ile buluşarak son buldu. Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Ali'yi yanına çağırmalarını emretti. Fakat ayaklarındaki yaralar artık Hz. Ali'yi yürütmeyecek derecede ağırlaşmıştı. Nebiler Sultanı, Hz. Ali'nin yanına gitti. Yaralan gördüğünde gözyaşlarını tutamadı. Mübarek tükürüğünü yaralar üzerinde gezdirerek duada bulundu, yaralar birden iyileşti ve şehid oluncaya kadar Hz. Ali ayaklarından hiç rahatsız olmadı.
Görüldüğü gibi, aslında hicret, fedakârlığın, feragatin, dava düşüncesi adına ana-baba ve yetiştiği mekânın terk edilmesi yönleri ile başlı başına ele alınması gereken bir kavramdır. Bunlar mahfuz, Hz. Ali'nin hicret öncesi ve esnasında karşılaştığı şeyler onun kararlılığını, azmini, cesaretini hâsılı büyüklüğünü, göstermeye yeten unsurlardır. Allah Rasulü'nün hicretini tamamlayıcı bir rol oynaması açısından onun hicretini, Nebiler Sultanı'nın hicreti ile birlikte düşünmek gerektiğini bir kez daha hatırlatmış olalım.
MUHAREBELERDEKİ YERİ
Muharebe yani savaş denince, Hz. Ali'nin Tebük Savaşı hariç Allah Rasulü'nün bulunduğu bütün savaşlara katıldığını işin başında belirtmek gerek. Tebük Savaşı'na gelince, Hz. Ali'nin buna katılmaması yine Allah Rasulü'nün emriyle olmuştur.
Bedir Savaşı Mekkeli müşrikler ile Müslümanlar arasında gerçeklesen ilk ve en önemli savaştır. Tarihin şekillenmesinde ciddi rolü olan bu savaş, ne asker ne de teçhizat açısından kuvvetler dengesinin bulunmayışı, müşriklerin “bu işi bitirmek” tabiriyle özetlenebilecek kararlılığı, Müslümanların karşı cephe insanları kadar savaş tecrübesi olmayışı gibi Müslümanlar aleyhine olan birçok faktörü bünyesinde barındırıyordu. Bu faktörler Bedir Savaşı’nı tam bir trajediye çevirebilirdi. Zaten Mekkeli müşriklerin kesin inancı da bu idi. Fakat Allah’ın takdiri ile yine iman ve o iman kaynaklı unsurlar, bu külli problemi de aşmaya yetmişti.
Eski dönemlerde âdet olduğu üzere düello tabir edilen, iki tarafın en etkili savaşçıları savaş öncesi orduların huzurunda mübarezeye tutuşurlardı. Bedir'de de öyle oldu. Müşrikler Utbe, Şeybe ve Utbe'nin oğlu Velid olmak üzere üç soylu ve savaşçı insanını ileri sürdü. Bunlarla mübareze etmek için ortaya çıkan Ensar'dan üç kişiyi onlar "Biz Medine'nin rençberleri ve çobanları ile savaşmayız" diyerek reddettiler. Bunun üzerine Hz. Hamza, Hz. Ubeyde ve Hz. Ali, Hz. Peygamberin emriyle ortaya atıldılar. Hz. Ali'nin hasmı Velid idi. Yapılan mübarezede Hz. Ali, Kureyş'in ileri gelen bu azılı iman düşmanını öldürmeye muvaffak oldu. Hz. Hamza ve Hz. Ubeyde de -yaralanmasına rağmen- hasımlarını öldürünce, Müslümanların zaten yüksek olan moralleri alabildiğine yükseldi.
Bu arada Bedir Savaşı ile ilgili olarak o günkü savaşlarda çok önemli bir vazife olan sancak taşıma vazifesinin bizzat Allah Rasulü tarafından Hz. Ali'ye verildiğini unutmamak lazım. Ayrıca rivayetlere göre Nebiler Sultanı'nın, "Zülfikar" adındaki kılıcını Hz. Ali'ye bağışladığını hatırlatalım ki, Hz. Ali hayatının sonuna kadar bu kılıcı kullandı.
Hz. Ali'nin Uhud Savaş'ında göstermiş olduğu yararlılıklar Bedir'den veya Hendek'ten farklı değildir. Zaten imanla dopdolu bir sinenin, şehadet arzusu ile yanıp tutuşan bir gönlün bu imkân ve fırsatı bulduğunda daha farklı davranması düşünülemez. Bu yüzden Uhud Savaşı'nda Hz. Ali, en zor durumlarda dahi Allah Rasulü'nün yanından ayrılmamış, O'na koruyuculuk vazifesi yapmış ve Efendimizin dişinin kırılması sebebiyle maruz kaldığı ya-ralanma hâdisesi sonrası, Hz. Fatıma ile birlikte O'nun tedavisinde bulunmuş, yüzünden akan kanları yıkamıştı. Nitekim Hz Ali bu savaşla ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor: "Savaş esnasında bir aralık Allah Rasulü'nü göremedim. Ölüler arasına baktım, orada da bulamadım. O zaman kendi kendime, "Vallahi Rasulullah savaştan kaçmaz. Onu ölüler arasında da göremiyorum. Her halde yaptığımız şeyden dolayı Allah gazab etti ve O'nu kendi yanına aldı. Artık benim için savaşmaktan daha hayırlı bir şey yok" dedim. Kılıcımın kınını kırdım, düşmana hücum ettim. Onlar benim gelişimi görüp de iki tarafa çekilince bir de ne göreyim, Rasulullah aralarındaydı."
Hendek Savaşı'na gelince; o genel anlamda İslâm tarihi, özel anlamda ise İslâm savaş tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Zira bu savaş sonrasında Kureyşliler tecavüz harblerine son vermek zorunda kalmışlardı. Allah Rasulü, Hendek Savaşı sonrası "Bu seneden sonra Kureyş size saldıramayacak. Artık siz onlara saldıracaksınız" diyerek bu hakikati beyan etmişti. Evet artık tarih bir anlamda tersine doğru akıyordu ve ibre hep Müslümanların lehine olacak tarzda ilerliyordu. Ayrıca Hendek Savaşı’nda Selman-ı Farisi’nin teklifiyle Medine’nin etrafı hendeklerle çevrilmiş ve düşmanın Medine içine kolayca girebilmesi bu suretle engellenmişti.
Bu savaşta da tıpkı Bedir’de olduğu gibi bir mübarezeye şahit oluyoruz. Şöyle ki, Araplarca bin askere bedel olarak kabul edilen Amr b. Abdivüdd, atını mahmuzlayarak hendeği geçer ve “Kim benim karşıma çıkacak?” diye Müslüman tarafına bağırır. Ardından “Sizin inancınıza göre şehid olanın gireceği cennet nerede? Niçin karşıma birisini çıkarmıyorsunuz?" der. Hz. Ali hemen ortaya atılarak "Ben çıkayım Ya Rasullallah" der. Allah Rasulü "Otur" cevabını verir. Bu olay üç kez tekrar edince Hz. Ali yine "ben" der ve ortaya atılır. Allah Rasulü "Onun Amr olduğunu bilmiyor musun?" diye Hz. Ali'ye sorar. Hz. Ali nihayetsiz itminan ve Allah'a güven içinde "Amr olsun" cevabını verir ve Amr'ın karşısına çıkar. Amr, karşısına çıkanın Hz. Ali olduğunu öğrendikten sonra "Ben senin kanını akıtmak istemiyorum" der; ama Hz. Ali'den "Ama ben Allah'a and olsun ki senin kanını akıtmak istiyorum" cevabını alır ve çarpışma başlar. Neticede Allah'ın izniyle Hz. Ali, Arapların "bin askere bedel" dedikleri Amr'ı öldürür.
Hz. Ali'nin, Amr'ı öldürdükten sonra karargâha dönerken şöyle dediği rivayet edilir:
"Süvariler bana mı hücum edecek? Onların işini de bitiririm. Arkadaşlar onları siz bana bırakın.
Bugün kinim, kelle uçurmayan kılıcım, harp meydanını terk etmeme mani oluyor.
O, beyinsizliği, akılsızlığı yüzünden, taşa, puta kul oldu. Ben ise Muhammed’in Rabb'ine kul oldum.
Onu, yumuşak toz yığını ile, sert ve yüksek yer arasında hurma kütüğü gibi yere yapışmış bir halde bırakıp ayrıldım.
Onun elbisesini almaya tenezzül etmedim. Eğer yere düşen ben olsaydım, o benim elbisemi çıkarır götürürdü.
Ey kabileler topluluğu, Allah'ın dinini ve Rasulü'nü yardımsız bırakacağını sanmayınız" (Sire, İ. Hişam, 3/236; El-Bidaye-İbn Kesir, 4/106-107).
Hayber ise, Hz. Ali'nin destansı hüviyetiyle açığa çıktığı savaşın adıdır. Hayber, Arap Yarımadası'ndaki Yahudilerin yegâne sığınağı idi. Müslümanlara karşı yapılan savaşların merkez üssü olan Hayber, Yahudiler için önemli, önemli olduğu kadar da stratejik bir konuma sahipti. Burada kuvvetlerini toplayan Yahudiler, Müslümanlara düşman sair güçlerle fırsatını bulup birleşecek ve savaş açacaklardı. Bu açıdan erken davranıp bu fitne ve fesad ocağının dağıtılması zaruri idi. Medine'ye yaklaşık 70 mil uzaklıkta bulunan Hayber'i ele geçirmek ve bu meseleyi kökünden halletmek niyetiyle Nebiler Serveri beraberinde 1400 kişilik bir kuvvetle Hayber'e yönelip, orayı muhasara altına aldı. Günler süren muhasara sonucunda Müslümanlar arzu ettiği sonuca bir türlü ulaşamadı. Nihayet bir gece Hz. Ruh-u Seyyidü'l-Enam, "Bayrağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Rasulü onu sever, o da Allah ve Rasulü'nü sever" buyurdu. Bu beyan, ordu içine âdeta bir bomba gibi düşmüştü. Herkes Nebi'nin diliyle ilan edilen, Allah ve Rasulü'nün sevdiği insan olma temennisiyle geceyi uykusuz geçirdi. Öyle ki, herkes bu şerefli, talihli insan olmak istiyordu. Sahabenin dünya ve ahiret telakkisi açısından meseleye baktığımız zaman, bu meselenin yadırganacak hiçbir tarafı yoktur. Îsar hasletiyle dopdolu olan bu insanların, sancağı tutan el olmada değil, Allah’ın ve Resûlü’nün sevdiği insan olmada gözleri vardı ve bunda da hiç kimseyi nefislerine tercih edemiyor olabilirlerdi. Aslında meseleyi kendi zaviyemizden baktığımızda da neticenin çok farklı olacağına şahsen ben ihtimal veremiyorum.
Ertesi gün Allah Rasulü "Ali nerede?" diye sordu. Gözlerinden rahatsız olup, istirahat ettiğini söylediklerinde, onun huzuruna gelmesini emretti. Gerçekten Hz. Ali'nin gözleri rahatsızdı. Nebiler Serveri mübarek tükürüklerinden gözlerine sürdü ve duada bulundu. Hz. Ali sanki gözlerinden hiç rahatsızlığı yokmuşçasına iyi olmuş, şifa bulmuştu. Sonra sancağı ona verdi. Demek Allah'ı ve Rasulü'nü seven, Allah'ın ve Rasulü'nün kendisini sevmiş olduğu insan Hz. Ali idi. Hz. Ali "Onlar da bizim gibi Müslüman oluncaya kadar savaşacak mıyım?" dedi. Allah Rasülü (s.a.s.) özetle "Onları İslâm'a davet et. Allah'a kasem olsun ki; senin elinle Allah, on-lardan bir kişiyi hidayete eriştirirse, bu senin için sayısız kırmızı develeri Allah yolunda infak etmenden daha hayırlıdır" buyurdu (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 34).
Hayber'de Yahudilerin efsanevî savaşçısı Merhab ile Hz. Ali karşılaştı ki, bu karşılaşma Hayber'in fethi için dönüm noktası teşkil ediyordu. Yapılan mübarezede Hz. Ali, yaptığı hamle ile Merhab'ın başını kesti. Bu manzara karşısında sevinen ve sevincini gizlemeyen Allah Rasulü "Sevinin! Hayber'in fethi kolaylaştı" buyurdu. Merhab'ın öldürülmesini müteakip yapılan muharebelerde Hz. Ali'nin bir ara kalkanını düşürdüğü ve kale kapılarından birini -ki o kapıyı savaş sonrası 40 kişi kaldıramamış- kalkan olarak kullandığı öteden bu yana hep bilinen ve anlatılan bir olaydır. İ. Kesir bu rivayetin zayıf olduğunu kabul etmektedir (el-Bidaye ve'n- Nihaye. 4/189-190). Rivayetin zayıf veya kuvvetli olması bir tarafa, çok meşhur olan bu olay -şayet doğru ise- Ehl-i Sünnet prensiplerine göre, mesela "Evliya kerametleri haktır" gibi itikad esasları arasına girmiş kaidelerle izahı rahatlıkla yapılabilir. Kaldı ki biz şanlı tarihimiz içinde ve özellikle Kurtuluş Savaşımız içinde buna benzer nice örnekler gösterebiliriz.
Hz. Ali'nin göstermiş olduğu bu yararlılıklar, günlerdir devam eden muhasaranın son bulmasına ve Hayber'in fethedilmesin sebep olmuştur.
Tebük Savaşı'na Hz. Ali'nin, Allah Rasulü'nün emriyle katılmadığını daha önce belirtmiştik. Tebük, Bizans İmparatorluğu’na karşı Müslümanların vereceği belki de ilk ciddi mücadeleydi. Bizans, dünyanın büyük bir bölümünü hem idarî ve siyasî, hem de askerî açıdan elinde bulunduran büyük bir güçtü. Nebiler Sultanı daha önceki bütün seferlerini gizlilik içinde yapmış olmasına rağmen, bu defa sefer hazırlıklarını açıktan ve hedef tayin ederek yaptı. Mekke fethi ve Huneyn Savaşı sonrasına denk gelen bu sefer, yorgunluk, mesafesinin uzaklığı, hava şartlarının olumsuzluğu (sıcaklık ve kuraklık) gibi menfi şartlara rağmen mutlaka yapılacaktı. Bunca olumsuz şartlara rağmen Sahabe bu sefere iştirak etmek için birbirleri ile yanşıyordu. Şahsî imkânlar itibarıyla savaş hazırlığı yapamayanlar gelip Allah Resûlü’nün huzurunda ağlıyorlardı. Kur'ân bu tabloyu bize şu ayetiyle resmeder: “Kendilerini (binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman, sen,”Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” deyince harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı gözlerinde yaş akarak dönen kimselerin aleyhine de yol yoktur (onlar kınanmazlar) (Tevbe, 9/92)
İşte bu hava içinde Allah Resûlü Hz. Ali'yi Medine valisi olarak kendi yerine tayin etti. Yani vekil bıraktı. Bunun üzerine Hz. Ali, Allah Rasulü'ne gelip "Ey Allah'ın Rasulü! Beni, kadınlarla, çocuklarla birlikte mi bırakıyorsun?" dedi. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun böyle bir düşünce ile yanına gelen Hz. Ali'ye verdiği cevab onu belki de ümit etmediği ölçüde ra-hatlatacaktı; "Sen, Harun'un Musa yanındaki mevkiinde olmak istemez misin? Şu kadar var ki, şüphesiz benden sonra peygamber gelmeyecektir." (Müslim, Fadâilü's-Sahabe,30)
Hz. Ali'nin Bedir'den başlayarak Tebük'e kadar ifade etmeye çalıştığımız muharebelerdeki yeri yanında, ona yine Medine döneminde Efendimiz tarafından farklı vazifeler de verilmiştir. Kısaca ifade edecek olursak; Hicretin 9. yılında hâlâ daha "Füls" adında bir puta tapan Tayy kabilesi üzerine, bu putu kırmakla vazifeli olarak Hz. Ali gönderilmişti. Yine hicretin 9. senesinde Hz. Ebu Bekir başkanlığında hac yapmak üzere Mekke'ye giden kafilenin ardından, yeni nazil olan Tevbe Sûresi'ni tebliğ etmek üzere Hz. Ali görevlendirilmişti. Tebük Savaşı sonrası Yemen'de Hz. Halid b. Velid'in fıtratından kaynaklanan bir sebeple muvaffak olamaması sonucu, İslâm’ı tebliğ etmek üzere yine Hz. Ali gönderildi ve Hemedan kabilesi Hz. Ali'nin yumuşak tutumu, yol ve yöntem bilirliği neticesi Müslüman oldu. Ayrıca Hz. Ali'nin Hudeybiye Sulhu sırasında kâtiplik yaptığı ve hayatı boyunca vahiy kâtipleri arasında yer aldığı bilinen özellikleri arasındadır.